KIRLANGIÇ
Kırlangıç… Pusulası yoktur ama binlerce kilometreyi “havayolu” ile aşarak yaşayabileceği uygun iklim ortamlarına uçar. Önce yuvasını yapar, sonra kuluçkaya yatar… 21 gün sonra yavruları yumurtaları kırarak dünyaya kapı açar… Sonra “yaşama savaşı” başlar… Önce uçmayı öğrenmek gerekir… Anne-baba kırlangıç onlara uçmayı öğretir… Bir süre sonra yavrularını da yanlarına alarak uçup giderler… Sonraki yıl o yuvaya, o yuvada “dünyaya gelen” yavrulardan biri döner… Ama tek başına değil, çift gelirler… Eğer yuvaları tahrip edilmiş ise yuvalarını yıkanları yürekleri katılaşmış eşkıyalara benzetmiş olacaklar ki bir daha oraya yuva yapmazlar… Önce yolunu yitirmiş bir yağmur kaçağı gibi saçak altı aramaya koyulurlar.
Bazen kendimi “yuvası yıkılmış” bir kırlangıca benzetirim. Geldiğimde bulamadıklarım, içimdeki hüznü hırsla sivriltir. Kalabalık düşlerim sessizliğimi, sessizliğim sensizliği biriktirir. Belki de “uçmayı” iyi öğrenemediğimden, belki de iyi öğretilmediğinden… Haylazlığımdan mı yoksa… Yaşamın satır aralarında gizlediklerim şimdi “eyvah”larım mı oldu acaba…
Bıraktığın sancı yordu yüreğimi. Cama vuran yağmur damlalarını kendi buğumla harmanlayarak bir düş salıncağı kurmuştum sana… Umudumun her karesinde yaşamak andı vardı içimde. Yoksul bir kent ayrılığı sana gelmeyen yanım. Gövdemizin kabartma tuşlarına dokunarak yenilenmiş bir ömrün patikalarından ilerlemek varlığına. Ama umudumu tüketmedim… Ve birgün ve elbette birgün mevsimler gelinliğini giyecek… Sevgilerin uçsuz bucaksız göklerinde, ruhumu darmadağın eden bir günün arka geçitlerinde umarsız hasretler yükleyerek yeniden yüreğime, çok sevmişliğimin biletlerini koparıp atarak denizlerin en mavisine. Bir taşın üzerinden, bütün kızıllığını denizin üzerine seren güneşin batışını izleyeceğim. Gidenlerin arkasından…